Bundan birkaç yıl önce, bir belgesel çalışması için Bangladeş‘deki Arakan kamplarına gitmiştim. Arakanlılara yeterince destek vermediklerini düşündüğümden, içimde kızgınlık ayrıca kırgınlık vardı. Hani bazı tespitlerimiz vardır ya, sonradan önyargı olduğunu anladığımız ya da eksik bilgiyle ahkam keserek karar verdiğimiz, işte benimki de öyle bir şeydi. Ne demek istiyorum, şöyle ki; bir ülkede yaşanan bir olay-dram hakkında olumlu ya da olumsuz çok şey duymuşsunuzdur ayrıca buna uygun olarak da bir tavır geliştirmişsinizdir. Peki, bunların ne kadarının doğru ne kadarının yanlış olduğunu nasıl handikap giriş bilebilirsiniz, size haber diye sunulanın kaynağına ne kadar güvenirsiniz? Hiç şüphe etmez misiniz? Bence bunu anlamanız için tek bir şart vardır, o da o ülkeye, o yere gitmek. Ben de öyle yaptım ayrıca bildiğim- bildiğimi sandığım her şeyi tekrardan öğrendim…
Bangladeş, dünya zenginliğinden en az pay alan ayrıca okuma yazma oranı en düşük ülkelerden biri. Sanayisi neredeyse yok, halk tarımla geçiniyor. Ülkeye ayak bastığınız andan itibaren karşılaştığınız manzara, kalabalık kelimesinin yığınları ifade etmek için ne kadar yetersiz kalabileceğini size net gösteriyor. Havası son derece nemli ayrıca bunaltıcı, ama insanları bir o kadar sevimli. Çok ama çok fakir bir ülke. Ülkeye giriş yapmak için indiğiniz hava alanı, bu satırları yazarken bulabildiğim en naif ifadeyle, son derece bakir. Hele modern hava alanlarına alışkın biri için, son derece şaşkınlık verici. Uçaktan bavulları almak için yarışan hamalların patırdı kütürtüsü, gelişi güzel park etmiş Bismillah hava yollarına ait, muhtemelen titrese gökyüzü görünecekçok eski model iç hatlar uçakları, oradan oraya koşturan yüzlerce insan, kötü bir betonerme binadan yapılan pasaport kontrolü… Kendimi, 1950’lerin siyah beyaz bir filmi içinde başrol oyuncusu gibi hissediyordum. Nihayet bizi karşılayan rehberimizin aracına zor bela doluştuktan sonra kaldığımız otele doğru yola çıktık. O da ne, hava alanı çıkışını yöneten eli sopalı, ilginç üniformalı trafik polisleri, arabaları üzerlerine vurarak bağıra çağıra yönlendiriyordu. Ortalıkta kızılca kıyamet bir coşku, trafik kaosu nedir sorusunun cevabını verircesine, deli bir ritimde akıyor, bu tanımlanamayan kaosun hızı insanın başını döndürüyordu.
Baharat kokulu caddelere, her yerden fırlayan araçlar, bisikletli dolmuşcular, tuktuklar, hala nasıl yürüdüğüne inanamadığım tenekeden renkli halk otobüsleri, sokak satıcıları, dilenciler, sokaklardaki rengarenk giysili insan seli…
Nereye kafamı çevirsem, orada bilmediğim bir hayat sanki beni şahit tutmak için avaz avaz bağırıyordu. Dahası kalabalıkları zar zor yara yara ilerleyen aracın içinde, her seferinde yüreğim ağzımda, ‘’ahh bu sefer adam kesin gitti ’’ diyerek, trafik terörüne feryat ederken kimseye bir şey olmaması, hem huzur veriyor hem de büyük şaşkınlık yaratıyordu. O vakit anladım, buranın daha önce hiç tanık olmadığım, gizli- kırgın bir büyüsü vardı. İnsanların kalp sesini duyuyordum sanki, varlıklarını ispat etmek için çığlık atıyorlardı. Şehrin en iyi oteli, İngilizlerden kalma bir yerdi. Otel temiz sayılabilirdi ama Bangladeş halkı için aynısını söylemek kolay değil, yine de misafirperver güler yüzlü ayrıca iyi insanlar olduğunu söylemem lazım. Etrafımda gördüğüm fakirlik kalbimi acıtırken içim en çok, halkın İngiliz özentisini fark edince cızladı. (Banladeş, 18 yy.’ dan 1905’e kadar İngilizlerin yönetiminde kaldı.) Örneğin çocuklar, sokakta, sarmaşık bitkilerinden yaptıkları top ayrıca ellerinde tahtalarla kriket (İngilizlerin milli sporu) oynamaya çalışıyorlardı. Oysa, kim bilir kendilerinin ne güzel yerel oyunları vardı. Belli ki bu oyunlara artık rağbet yoktu. Dahası, İngilizler gibi çayı sütlü içiyorlar ayrıca birçoğu doğal olarak garip bir aksanla da olsa İngilizce konuşuyordu. Frantz Fanon’ın çok güzel bir sözü var; ‘’Sizi sömürgeleştiren yabancıların sizde yarattığı en büyük yıkım, zamanla sizin kendinize onların gözüyle bakmanızı sağlamalarıdır.’’ Belli ki onlarda kendilerini, cellatları gözünden görmeye alışmışlar ayrıca çok önemsedikleri cellatlarına aşık olmuşlardı, çünkü onlara benzemek için olanakları ölçüsünde her şeyi deniyorlardı. Tüm bunlar elbette eğer maceracı bir ruhunuz varsa, başlangıçta size iyi gelebilir. Ama yaşadıkları fakirliği – çaresizliği, gözlerinin arkasındaki sıkışmışlığı gördüğünüzde iş değişiyor.
Çok açlar, birçok insan sokakta yaşıyor. Dünyanın en ucuz işçileri arasında Bangladeşliler ilk sıralarda yer alıyor. Fuhuş legal. Henüz 12 yaşındaki kız çocuklarını, allı pullu kıyafetler- iğrenç renkli makyaj içinde, dedeleri yaşındaki insanlarla fuhuş pazarlığı yaparken görmek mümkün. İnsanlığa rahmet okutacak oranda dilenci var, çünkü hiçbir şeyleri yok. Asıl önemlisi, gelecekle ilgili konuşunca sadece gülümsüyorlar. O vakit daha iyi anlıyorsunuz, geleceğe dair umutları çalınmış bu insanlar, günü kurtarma derdindeler. Dolayısı ile, ‘Bengal’in ülkesi’ Bangladeş, kendine bakamıyor ki Arakanlılara bakabilsin… Bengal kaplanının nasıl soyu tükeniyorsa, orada da umuda, geleceğe dair bir şeyler tükeniyor, bu tükenişi tüm hücrelerinizde hissediyorsunuz ayrıca Arakanlılara yardım etmediklerini değil edemediklerini anlıyorsunuz. Kalbiniz yumuşuyor. İşte o an tekrar “yok’ nedir üzerinde kendinizi düşünmeye zorluyorsunuz.
Ne dersiniz, gerçekten ‘Yok’ nedir? Yoksulluk, tüm dünyada, günümüzün en büyük sosyal sorunlarından biri. Peki, yoksulluğun kriteri neye göre – nasıl belirleniyor? Çok ilginç ama bugüne dek yoksulluğun literatürde, herkes tarafınca kabul edilen, net bir tanımı yapılamamış. Öyle ki, yoksulluk tanımı zamana-mekâna, yaşadığı coğrafyanın- ülkenin iktisadi ayrıca sosyal koşullarına göre farklı şekillerde, yani göreceli tanımlanmış. Sanırım bizlerin kafasındaki yoksulluk tasvirine en yakın tanım şu: ‘’İnsanların temel gereksinimlerini karşılama olanağına sahip bulunmaması ayrıca kişilerin yaşayabilecekleri minimum yaşam standartlarına sahip olamaması’’ iyi de minimum(!) yaşam koşullarını kim – neye göre belirliyor? Mesela, Dünya Bankası günde iki doların altında gelir elde edenleri göreli yoksul, bir doların altında geliri olanları mutlak yoksul (açlık sınırının altında) olarak niteliyor. Bunu hangi ölçülerde, kime- neye göre hazırlamış? Yoksa, bu paranın ayrıca siyasetin erkleri, kuşaktan kuşağa aktarılan, bir yoksulluk kültürü mü oluşturmak istiyorlar?
Mesela azla yetinmek onurlu bir şeydir, çok senin neyine gibisine… Hadi gelin bu göreli yoksulluğu, bebek ölüm oranları– eğitim seviyesi- açlık, yetersiz beslenme vs. vs. gibi göstergeleriyle bir yana bırakalım ayrıca şöyle devam edelim. Peki ya mutlak yoksulluk? Mesela ayrımcılık, sosyal dışlanma, yok sayılma, öteki olma, adalet karşısında eşitsizlik?
İşte Arakanlıların hikayesi de tam böyle. Gerçek- mutlak- aşırı yokluk, yoksulluk… Büyük bir soykırıma uğrayan Arankanlılar, anavatanları Myanmar’da insan olarak kabul edilmiyorlar. Mesela, bir yerden bir yere izinsiz gidemiyorlar. Gece belli bir saatten sonra dışarı çıkmaları yasak. Toplu ulaşım araçlarına binmeleri yasak. Sağlık hizmetlerinden faydalanmaları yasak. Eğer bir iş açmak istiyorlarsa, bir Budistin gözetiminde kazancın sadece yüzde yirmisini alabiliyorlar ayrıca iş yaptıkları Budist isterse onları iş yerinden atıp, işe el koyabiliyor. Mülkiyet hakları yok. Üniversite eğitimi almaları yasak. Oy hakları yok. İstenmedikleri için evleri-tarlaları yakılıyor, barındıkları yerlerden zorla, büyük vahşetle sürülüyorlar, işkence görüyorlar. Bebek ölümleri çok yüksek. Sığındıkları yerlerde de ya açlıktan ya da yetersiz beslenme yüzünden ölüyorlar. Yani Arakanlıların yaşadıkları yoksulluk, sadece mal ayrıca mülk yokluğu-kentsel yoksulluk değil, yaşanabilir hayat imkânlarının da mevcut olmama yoksulluğu. Ayrıca dünya sadece izliyor…
Gelelim, Arakanlıların yoğun olarak sığındıkları Bangladeş’deki kamplara. Kamplarda halleri içler acısı. Tam bir sefalet içindeler. Bangladeş bu insanlara, ülkede kalıcı olurlar- yerleşirler korkusuyla ev yapılmasına izin vermiyor. Bu yüzden, mesela İHH, Deniz Feneri Derneği, Kızılay gibi Türk yardım kuruluşları, çıplak toprağın üzerine sadece barakalar kurabiliyorlar. Barakaların içleri ise bomboş, yani en ufak bırakın mobilyayı eşya yok. En değerli eşyaları, yardım çuvalları. Gelen misafirleri, bu çuvalları yerlere sererek özenle ağırlıyorlar.
Çocuklar perişan, kız çocukları dahil, çoğunlukla çırılçıplak geziyorlar, dolayısı ile taciz ayrıca tecavüz çok yüksek. Burada da eğitim hakları yok. Kadınlar fuhuşa zorlanıyor. Temizlik, banyo ayrıca yaşamak için su yeterli değil, suya ulaşmak da çok zor. Tuvalet ihtiyaçları için de sıraya girmek zorundalar. Takatınız varsa sırayı beklersiniz, yaşlıysanız ya da mesela midenizi bozduysanız vay halinize. Kampta sadece birkaç seyyar tuvalet var. Bu yüzden kolera gibi hastalıkların riski çok yüksek. Ayakkabıları, yemek için çatal- bıçakları- üzerinde yatacakları yatakları- yastıkları- serecekleri şilteleri- oturacakları iskemleleri- barınabilecekleri, yıkanabilecekleri, ihtiyaçlarını karşılayabilecek yerleri, çalışıp para kazanabilecekleri bir işleri, yeterli gıdaları, kitapları, defterleri, çocuklarının oyuncakları, hastaların ilaçları, doktorları vs. vs. yok, yok, yok… Dahası umutları yok, acıdan simsiyah kesmiş gözlerle ölümü bekliyorlar.
Şimdi gelin, fakirlik edebiyatı mı yapıyorsun martavalını bir yana bırakarak, ‘yok ne demek’ bir daha düşünün…
Dönelim bize. Çok şükür, nefis bir coğrafyada, harika bir ülkede yaşıyoruz. Yani coğrafya kaderse, biz 1-0 hayata önde başladık demektir. Ama şunu da göz ardı etmiyorum tabi, Türkiye’de de, özellikle son yıllarda, dünya üzerinde de artan ayrıca yaşanan gelir adaletsizliğinin, geçim sıkıntısının sonuçları ortada. Hatırlayın, Türkiye sahibi olduğu kültür mirasına uygun olarak, bana göre 21. yüzbu yılın doktirini ‘’Dünya 5’ten büyüktür’’ söylemini tüm dünyanın yüzüne haykırmıştı. Bizim solcu abilerimiz bile, verdikleri- inandıkları adalet mücadelesini bu kadar iyi özetleyemezlerdi. Bu içeride de böyle olmalı. Türkiye toplumu, tüm siyasi ayrıca kapital sahibi elitlerden büyüktür. Dolayısı ile hızla yoksulluk ayrıca gelir dağılımı adaletsizliği sorunlarını ayrıca büyüyen önemini kabul etmemiz, buna uygun olarak birlik ruhu içinde, sorun giderici, adil politikalar üretmemiz şart. Dahası bu sorunları daha akılcı- sakin- birbirimizin gözünü oymadan, konuşup, çözmek gerektiğini unutmadan yapmalıyız. Çünkü, kendini dünyanın efendisi gören içeride ayrıca dışarıdaki sermaye sahipleri, emperyalistler, senin çözemediğini kendi çıkarlarına uygun çözerler, yapamadığını yaparlar… Unutmayalım ki, gerçek yokluk cürettedir ayrıca zeka ile cüret aynı yerde durmaz.
Twitter
Instagram