Savaş, insanlık tarihini sarsan, hayatları kökten değiştiren acımasız bir gerçekliktir. Ancak savaşın etkileri sadece fiziksel yıkım ve kayıplarla sınırlı değildir; aynı zamanda insan zihninin derinliklerine işleyen bir travmayı da beraberinde getirir. Bu yüzden özellikle savaşın en savunmasız grupları arasında yer alan çocuklar ve kadınlar, yaşadıkları acıları sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir perspektiften ele almamızı gerektirir. Savaşın, bireylerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini anlamak, savaş psikolojisinin karmaşıklığını çözmek anlamına gelir.
Bu röportajda, savaşın insan ruhu üzerindeki derin etkilerini anlamak ve bu zorlu süreçte nasıl destek sağlanabileceğini keşfetmek için Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü ve Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın engin bilgeliğine danıştık. İnsanın dayanma gücüne ve iyileşme potansiyeline odaklanarak, savaşın izlediği yolu kendisinden dinledik. İyi okumalar… Gazze’deki 7 Ekim’de başlayan kriz şu anda artarak devam ediyor. Normalde savaşlarda %5-10 civarında sivil, kadın, çocuk silahsız kişilerin ölümü olur. Burada %70 civarında silahsız kişilerin ölümü var ve ilginçtir ki savaş 3 ayı geçti şu anda ancak sahaya hâkim değil ve Gazze’de savaşan direnen tarafın Hamas’ın %80’i ayakta. %20’sini ancak etkisiz hale getirebilmiştir. Bu da savaşın kolay bir savaş olmadığını gösteriyor.
Sivillerin ölüm oranı çok yüksekken, savaşan kişileri etkisiz hale getirmek başarılamıyor. ABD ve İsrail ordusunun gelişmiş teçhizatına sahip olmasına rağmen, savaşın asıl amacı olan karşı tarafı savaşamaz hale getirme noktasında güçler başarısız oluyor. Bu durum, tüm dünyayı şaşırtıyor; özellikle Gazze’deki insanların, savaşanların yaşam kalitesi ve savaş becerilerine karşı ciddi bir hayret var.
Bugün yaşanan savaşlar, dünya artık elektronik bir köy haline geldiği için, sadece o bölgeyle sınırlı kalmıyor. Örneğin, 11 Eylül 2001’deki ikiz kule trajedisi sadece o şehirde yaşayanları değil, iletişimin yaygınlaşması sayesinde bütün dünyayı etkiledi. Bu olay ikincil ve üçüncül travmalara yol açtı, dünya genelinde konuşuldu ve dünya dengelerini değiştirdi. Birçok ülke işgal edildi ve daha sonra işgalden çekildi. Bu süreçler, siyasi olarak birçok güvensizliğe ve mağdurlar arasında güven sarsıcı durumlara neden oldu. Bu önemli bir nokta olarak kaydedilmelidir.
Savaşın yönetenlerinin psikolojisini ele aldığımızda, hem savaşan tarafta hem de savaşılan tarafta, direnen taraftaki psikolojinin, dediğim gibi, güçlü bir güven duygusunu kaybetmeyen, yüksek bir ayakta kalma gücüne sahip olduğunu gözlemliyoruz. Diğer yandan, küreselleşmenin nimetlerinden faydalanmış, konforlu yaşama alışmış ve kola olmadığı zaman kendini eksik ve kötü hisseden bir insan tipinin savaştığı ABD, İsrail ve İngiltere tarafı bulunuyor. Aslında, savaşın arkasında, cephede ve cephe arkasında olanların bir kısmında, iki önemli eski ve yeni süper güç olan İngiltere ve Amerika’nın bulunduğunu şu an da görüyoruz. Oradaki insanlar, küreselleşmenin nimetlerinden faydalanmış olup, uzun süre savaşa dayanma konusunda zorlanıyorlar; bu durum bütün dünyada geçerli. Tabii ki, savaşların gerekçeleri vardır; görünen gerekçeler ve görünmeyen gerekçeler.
Örneğin, Haçlı Seferleri’nde görünen gerekçe, bir din savaşı olmasıydı; ancak görünmeyen gerekçe, o zamanlar zengin olan Doğu’nun yağmalanmasıydı. Hatta Haçlı Seferleri’nden birinde, Bizans’ın elinde olmasına rağmen ortodoks olduğu için İstanbul, Katolikler tarafından yağmalandı. Bu, ‘Katolik külahı görmektense Müslüman sarığı görmeyi daha çok isteriz’ dedirten bir Bizans ordusuna sebep oldu. Dolayısıyla, bu savaşlar aslında din savaşı gibi gözükse de, tarihte savaşlar genellikle yağmalama savaşları olarak gerçekleşmiştir. Orta Asya’dan Mançurya’ya, Moğol imparatorluğuna kadar, eski zenginleşme yolu savaşla ve ganimetlerle zenginleşme yoluydu.
Kontrollü gerilim stratejisiyle oluşturulan bir proje var. Daha önceleri askerî ekonomi hakimken, endüstri devrimiyle birlikte askerî ekonomi, endüstriyel ekonomiye yerini bıraktı. Güç, askeri güçten ziyade sanayi gücüne dönüştü. 21. yüzyılda ise askeri güç ve ekonomik güç bir arada, dünyada süper güç olma yolunda ilerliyor. Şu an Orta Doğu’da ABD’nin yüzlerce askeri üssü bulunuyor; onlarca değil, yüzlerce. Bütün bu durumları göz önünde bulundurduğumuzda, bu savaşın aslında ciddi bir şekilde kontrollü bir gerilim stratejisi ve psikolojik savaş içerdiğini anlıyoruz.
Kontrollü gerilim stratejisi, insanların belli bir hedefe ulaşmak için bir yerde küçük bir gerilim çıkarması ve bu gerilimi bahane ederek oraya yerleşmesi şeklinde işler. Gerilim stratejilerinde Hitler, örneğin ‘Polonyalılar Berlin’deki parlamento binasını bombaladı’ diyerek sahte bir gerilim yarattı ve bunu bahane ederek Polonya’ya saldırdı ve İkinci Dünya Savaşı’nı başlattı. İkinci Dünya Savaşı’nda insanlığın kaynaklarının ne kadar tükendiğini gördük. Birinci Dünya Savaşı’nda ise Çanakkale’de o koca koca gemilerin nasıl battığını gördük.
Bütün bunlar, endüstrileşmenin sağladığı zenginliğin kötüye kullanıldığını gösteriyor. Çinli bilge Sun Tzu’nun meşhur bir sözü var: ‘Savaşı akıllı liderler savaşmadan kazanırlar.’ Şu anda bu savaşı başlatan liderlerin akıllı bir lider olduğunu söyleyemeyiz. Karıncaya tüfekle ateş etmek gibi orantısız bir savaş var burada. Hamas gücüyle karşı tarafın gücünü düşündüğümüzde çok orantısız bir güç. Peki Hamas neden bu savaşı başlattı gibi gözüküyor? Aslında insanda şöyle bir duygu var; kuşatılmışlık duygusu. Suyunu, elektriğini, girişi, çıkışı her şeyi kesmiş, her şeyi kontrol ediyorsun. Kedi köşeye sıkışınca ne yapar? İnsanın üstüne atlar. Hamas da sıkıştırıldı orada. Bir şekilde onun bir tepkisinden orantısız bir şekilde oraya müdahale ediliyor. Bunun aslında bir proje olduğunu düşünmek gerekir.
Oradaki savaş bir psikolojik savaş, kontrollü gerilim stratejisiyle oluşturulan bir proje. İsrail Orta Doğu’da kendini yalnız hissediyor. Aslında kendi politikaları sonucu yalnız hissediyor. Bunun sonucunda da biz yalnızız bana gelin diyerek çeşitli lobiler oluşturarak güç oluşturmaya çalışıyor. Orada Orta Doğu’da huzursuzluk, bombaların patlaması İsrail’in güvenliği artırıyor. Liderler, ahlaki doğruluk yerine politik doğruluk üzerine hareket ediyor . Bu da Makyavelist bir felsefedir.
Makyavelist felsefede ne vardır? Şu anda Makyavelizmin en iyi uygulandığı savaş nedir diye sorsanız, Gazze’ de yaşananlar denir. Amaca ulaşmak için her şey mübahtır denilen bir sistem var şu anda. Amaç nedir burada: süper güçlerin askerleri olarak var olmak. Onun için orada sorunlar çıkması lazım ki ona ihtiyaç hissedilsin. Yani bizlere ihtiyaç hissedilsin diye çıkarılan bir savaş. Bu oyuna gelmemek gerekiyor. Bu savaşta görünen sebep orada terör olayı var gibi patlatılan bir şey. Orada o kriz nasıl çıktı noldu bilemiyoruz karanlık orası şu anda. Orada hakimiyetini sürdürmek istiyor küresel güçler. O bölgede hâkim olmak için, daha çok bulunmak için nasıl Afganistan’da bulundu nasıl Irak’ta bulundu, çekildi? Orada bir şekilde bize ihtiyaç var duygusunu oluşturmak için çıkarılmış bir savaş diyebiliriz. Yönetenlerin psikolojisini ele aldığımız zaman böyle bir zihin egzersizi yapabiliriz diyorum.
Savaşın insan psikolojisi üzerindeki derin etkilerini anlamak adına, savaşı deneyimlemiş bireylerin yaşadığı travmanın nasıl şekillendiği hakkında düşüncelerinizi paylaşabilir misiniz?
Savaş bir insanı insanlıktan çıkartır… Savaş, bir insanı insanlıktan çıkarma noktası olarak değerlendirilebilir; zira savaş koşullarında bir insanın ruh hali, suda boğulmak üzere olan bir kişinin yaşadığı hislere benzer. Böyle bir durumda, insan ilk eline geçeni – kardeşi bile olsa – tutar ve yanına çeker, bu refleks sonucu her ikisi de boğulabilir. Bu, insanın doğasında var olan bir yaşam ve ölüm refleksidir. Bu nedenle, bu tür bir duygusal durumda olan bir insanın, temel kişilik değerlerine aykırı olsa bile, her türlü yanlışı ve kötülüğü yapması beklenir. Bu durumda, ‘son çare’ ilkesi devreye girer; yani, ‘hayatta kalmak için başka çarem yok, bu yüzden bu yanlış bile benim için haklıdır’ düşüncesi hakim olabilir. Bir insanın yaşam kalım tepkisi olarak da adlandırılabilir.
Ölümü daha önce hiç düşünmemiş bir insan, özellikle cephede savaşan askerler açısından düşünüldüğünde, aniden ölümle yüzleşir. Savaş ortamı nasıl bir yerdir? Özgürlüğün ortadan kalktığı, pozisyonunu bile değiştiremediği, siperden çıkma şansı olmayan, ıslak, kirli, yıkanamayan ve normal hijyen standartlarını unuttuğu bir yer. Bu ortamda insanların temel hissi korkudur, çünkü bazen günlerce uykusuz kalırlar. Korku, yorgunluk ve uykusuzluk hakimdir. Böyle bir durumda, en iyi savaş eğitimine sahip kişiler bile, yapılan 10 ila 20 yıllık araştırmalarda, savaşın etkilerini uzun yıllar boyunca taşıdığı görülür. Araştırmalara göre, askerlerin %20’si ila %50’si arasında bir oranda, savaş sonrası post travmatik stres bozukluğu yaşar. Bu durumun bir sonucu olarak, Vietnam gazilerinin neredeyse yarısı alkol bağımlısı olmuştur, çünkü yaşadıkları kaygı ve korkuyu, o dönemden kalan travmaları atlatamayıp alkolü bir kaçış yolu olarak kullanmışlardır.
İyi ki nükleer başlık var, daha büyük savaşlar için caydırıcı oluyor…
Günümüzde, bildiğim kadarıyla, dünyada 10-15 ülke nükleer başlığa sahip ve bu sayı artıyor, özellikle Rusya’da bu silahlara sahip olma oranı oldukça yüksek. Eğer bir nükleer başlıklı füze fırlatılsa, dünya sona erer. Karşılıklı bir nükleer savaş başlarsa, insanlık taş devrine geri döner. Bu yüzden, nükleer silahların varlığı, korku ve savaş ile ilgili olarak bir tür frenleyici etki yaratıyor. Bu sebeple, iyi ki nükleer başlık var diye bunu gündeme getirip gündemde tutmanın gerektiğini düşünüyorum. Savaşalım diye mangalda kül bırakmayan tipler var. ‘Savaşalım’ diyenlere karşı, nükleer silahların varlığını hatırlatarak bu düşünceyi bozmak önemli. Şu an için insanlık, savaşmadan sonuç almanın başka bir yolunu bulamamıştır. Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlaması insanlık için felaket olurdu. Ancak her zaman çılgın bir lider çıkabilir ve böyle bir lideri durdurmak, dünyanın geri kalanındaki akıllı kişilerin görevidir.
Gazze’deki direnişçiler için en güçlü silah, ölüm korkusunu yenmiş olmalarıdır. Günümüzde, çıkar çatışmaları nedeniyle başlayan savaşlar, domino etkisiyle genişleyebilir, bu da korku ve yorgunluğa neden olur. Savaşın kurbanlarının %60-70’i kadınlar, çocuklar ve silahsız bireyler olduğunu düşündüğümüzde, bu insanların çoğu aslında Gazze’den ayrılmak isteyenlerdir. 24 saat boyunca aç ve uykusuz kalanlar bu büyük travmayı yaşıyorlar. Ancak, Gazze’deki insanların bir savaş ideolojisine sahip olmaları, savaşın devam etmesine neden oluyor.
Her savaşın bir ideolojisi, bir nedeni olmalıdır. Şu anda saldıran taraf, savaş ideolojisini dini gerekçelerle öne sürüyor. İsrail, bir teokratik devlet olarak, Armagedon ve Arz-ı Mevud gibi dini gerekçelerle savaşıyor. Tarih boyunca din savaşları, İkinci Dünya Savaşı ile birlikte sona erdiği görülmektedir. Yüzeyde din savaşları ve haçlı seferleri gibi görünen olayların altında aslında küresel güçlerin bölgede hakimiyet kurma ve kendi geleceklerini güvence altına alma çabaları yatmaktadır. Küresel egemenlik ve kontrol arzusu bu süreçte ön plana çıkar. Savaş endüstrisi bu durumdan ciddi kazançlar elde ederken, herkesin kendini silah almaya mecbur hissettiği bir durum oluşur ve silah üreticileri ile tüccarları en karlı çıkanlar olur. Bu bağlamda mağdurların perspektifinden bakıldığında, savaş ideolojisi, ölümü son değil, şehitlik olarak görürler. Şehitlik, öldükten sonra daha yüce bir makama ulaşacağına inanan ve ölümden korkmayanlar için en güçlü silahtır.
Gazze’de direnenler için en büyük silah, ölümden korkmama silahıdır. Bu, karşı tarafın sahip olmadığı bir avantajdır; İsrail tarafı ölümden korktuğu için daha çekingen davranıyor. Ölmekten korkmama gücü, şu anda Gazze tarafında etkin bir silah olarak kullanılıyor. Onların savaş ideolojisi güçlü çünkü ölümden sonra onları daha iyi bir hayatın beklediğine inanıyorlar. Diğer yandan, İsrail tarafında böyle bir savaş ideolojisi yok; onlar için her şey bu dünya ile sınırlı, bu yüzden ölümü ve savaşı her zaman kaçınarak, cephede büyük ihtimalle risk almaktan kaçınıyorlar. Ancak, işler her zaman istedikleri gibi gitmiyor. Bu savaşın sonucunu, sabırlı olanın kazanacağı görülüyor. Gazze’deki çocukların savaş ideolojisi yüksek olduğu için travmayı daha az hissettikleri söylenebilir. Oradaki insanlar için…
Küresel ölçekte politik yalancılık ve politik güvensizlik hakim… Türkiye’deki bir yürüyüşten daha kalabalık gruplar, İngiltere ve Amerika’da yürüyüşler düzenledi; bu, oradaki insanların kendi ülkelerinin sorumluluklarını daha derin bir şekilde fark ettiklerini gösteriyor. Refleksler orada daha güçlü. İsveç’te ve dünyanın diğer yerlerinde de benzer olaylar yaşandı ancak iletişim çağının getirdiği avantajlarla, bu kadar yaygın olmadı. Eskiden ‘Yalancının mumu yatsıya kadar yanar’ derlerdi; şimdi ise yalancının mumu internete kadar yanıyor. Bu savaşı başlatanların ve ateşkes sağlamayanların yalanları, artık internette herkese açık. İnternette her şeyin serbest ve açık oluşu, önümüzde güven kriziyle dolu bir dünya politikasıyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Güvenin olmadığı yerde korku, korkunun olduğu yerde ise gelecek kaygısı hakim oluyor. İnsanlar arasında politik yalancılık ve politik güvensizlik var…
Artık ABD dışındaki dünya, ABD’nin siyasetine güvenmiyor. Her olayda ortaya çıkan çifte standartlar ve batı değerlerinin siyaseten iflası gözler önüne seriliyor. Ciddi bir iki yüzlülük, iyice deşifre oldu ve görünür hale geldi. Orta Doğu’da onlarca devlet kurma fikri, Türkiye’nin güneydoğusunu parçalama düşünceleri artık açıkça görülüyor…
Bu dönemde insanlar propagandayla kandırılamaz. Aslında, bu durum insanlar için çok iyi oldu; çünkü insanlar iki yüzlülerle dürüst ve samimi olanları ayırt edebiliyorlar. Filistin’de yaşananlar ve çifte standartlara karşı bütün dünyada tabandan gelen tepkiler anlamlı. Ayrıca, birçok kişinin Kuran-ı Kerim’i kaynağından okuma ve anlama refleksinin hızlandığını görüyoruz . Bence bu, kartopu etkisi yaratarak büyüyecek.
Filistin’de bir dedenin kucağında ölmüş torunuyla ilgili video, İslamofobiye karşı çok etkili bir araç oldu ve İslamofobi algısını kırma gücüne sahip oldu. Videoda, dedenin kıyafetinden ve samimiyetiyle, torunuyla huzurlu bir vedalaşma yaşadığı, onu uzun bir yolculuğa uğurlayıp gelecekte yeniden buluşacaklarına dair inancının ve duygusunun; merhamet, acı ve huzuru bir arada hissetmesinin gösterdiği psikolojik dayanıklılık ve güç, korkuyla yaşayan küresel vatandaş tipinin algısını değiştirdi.Bu durum, insanlarda ‘Böyle öğretiler veren bir dinin araştırılması gerektiği’ duygusunu uyandırıyor. Bu bağlamda, 21. yüzyılın bilgelik yüzyılı olacağını öngörenler için bu olay, süreci hızlandıracak bir dönüm noktasıdır. Bu sebeple, insanların hakikati arama ihtiyacının artacağını söyleyebiliriz. Dolayısıyla, bu, küresel olarak insanlığın yararına olacak ve Gazze’deki kurbanların, tarihte önemli birer figür olarak anılacaklarını düşünüyorum.
Elbette, insan hakları meselesi de var… Şu anda, politik olarak Batı’nın, kendine uygun olduğunda insan haklarından bahseden, uygun olmadığında ise insan haklarına değinmeyen çifte standardı açıkça görülüyor. Bu samimiyetsizlikleri gözler önüne seriyor. İnsan hakları, 20. yüzyıl modernizminin kutsal bir değeri haline gelmiştir. Birleşmiş Milletler’in Evrensel Beyannamesi’nde ve herkes tarafından kabul edilmiş olan insan hakları, siyasi liderlik tarafından istenildiği zaman kullanılabilen bir araç olarak görülüyor. Bu durum, mevcut ikiyüzlülüğü açığa çıkardı. Yalan ortaya çıktığında güven sarsılıyor ve güven sarsıldıkça oyun bozuluyor.
Bu nedenle, şu anda küresel sermaye ve güçlerin oyununun bozulduğunu göreceğiz. Çünkü yalanlar ve samimiyetsizlikler açığa çıktı, güven zayıfladı. Güven zayıflayınca inandırıcılık da sarsılıyor. Kitleler, böyle durumlarda, tabandan bir değişim bekliyor. Bu insan haklarıyla ilgili yapılan ikiyüzlülüğün toplumsal bir karşılığı olacak, ancak bu kısa vadede değil, orta vadede gerçekleşecek bir şeydir.
Küresel eşitsizlik, insan hakları konusunda da kendini göstermektedir.
Birleşmiş Milletler gözetimindeki göçmen merkezlerinin bombalanması, sığınmacıların ve oradaki gazetecilerin ölümü, yüzden fazla Birleşmiş Milletler çalışanının hayatını kaybetmesi; Birleşmiş Milletler’in buna müdahale edememesi, büyük bir çelişkiyi ortaya koymaktadır. Bu durum, küresel adaletsizliği ve çifte standartları, ekonomik küresel eşitsizliklerle birlikte insan hakları alanında da yaşanan küresel eşitsizlikleri gözler önüne sermektedir. İnsanların fırsatlara erişimindeki küresel eşitsizlikler de bu durumla daha görünür hale gelmiştir. Hile, entrika ve kara propagandanın açığa çıkması, kara propagandayı bozar.
Açıklık ve şeffaflık, kara propagandanın en büyük düşmanıdır. Kaynağın ortaya çıkması ve sonuçların anlaşılması, kara propagandayla yönetilen küresel psikolojik savaştaki oyunu bozacak. Yalan söyleyenler ve çifte standart uygulayanlar bellidir. Bu durum, insanlığın kara propagandaya karşı daha sorgulayıcı bir tutum sergilemesine neden olmakta; çünkü güven konusu sorgulanmaya başlanmıştır.
Savaş bölgesinde görev yapan medya mensupları birer savaş kahramanıdır… Sosyal medyanın varlığı sayesinde, savaş sahasından çeşitli yollarla gelen küçük videoların paylaşılması mümkün hale geliyor. Uydular sayesinde, 21. yüzyıl savaşları artık cepheden yayın yapılan savaşlar şeklinde ilerliyor. Bu durumda, savaş alanında görev yapan medya mensupları, adeta birer görev kahramanıdır. Savaş durumlarında, savaşan askeri bir taraf, toplumun halk tabanı ve savaşmayıp gözlemleyenler olmak üzere üç farklı katman bulunmaktadır. Emekli Orgeneral ve Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Kemal Yamak’ın bir söylemine göre, Kıbrıs’ta görev yaptığım sırada kendisinden bizzat duyduğum, kitabında da yazdı; ‘askerler üç şey ile savaşır: birincisi, komutanını başlarında görmek; ikincisi, bayrağın dalgalanmasını izlemek; üçüncüsü ise, ezan sesi duymaktır.’ Eğer bu üç şart sağlanırsa, askerlerin savaşa hazır olduğu belirtilir ve bu durum halen geçerliliğini korumaktadır.
Açık, şeffaf ve dürüst davranan liderler, tarihte iyi bir iz bırakacaklardır.
Savaşlarda, savaşma gücünü oluşturan önemli bir faktör, savaş ideolojisi ve şehitlik gibi, ölümü göze alma cesaretini de içerir ve liderliğin önemini vurgular. Bu nedenle, savaşlarda liderlik çok önemlidir. Liderlerin, güven verici bir liderlik sergilemeleri gerekmektedir. İş yönetiminde yapılan çalışmalarda, liderlerde aranan özellikler sorulduğunda, dürüstlük ilk sırada gelirken, insan odaklılık ikinci, mesleki ve maddi kazanımlar ise üçüncü sırada gelir. Açık, şeffaf ve dürüst davranış sergileyen liderler, ileride tarihte iyi bir not alacaklardır. Savaş psikolojisi ve toplum psikolojisine olan etkileri açısından, toplumda dayanıklılık ve sağlamlık oluşturabilmek için, liderliğin önemi büyüktür.
Savaşmanın gerekçesi önemli olsa da, bu durumun dünyada yeni bir silahlanma dalgasına yol açabileceğini belirtmek gerekir. İnsanlar ve devletler, kaynaklarını daha fazla silahlanmaya ayıracaklar. Türkiye gibi, jeostratejik öneme sahip ve kaotik bir coğrafyada risk altında olan ülkeler için, güçlü bir orduya sahip olmak her zaman çok önemlidir.
Yani, Türkiye’yi ayakta tutan ve sınırlarını koruyan güçlü bir ordunun bulunması, bir şanstır. Şu anda Türkiye’de, oyunu bozmak isteyenler, ordunun içine fitne sokmak isteyebilirler. Türkiye’de, demokrasiye saygılı ve milli iradeye bağlı bir şekilde yürüyen, silahlı kuvvetlerin de bu demokratik yapıya entegre olduğu bir sistem, oyunu bozuyor. Türkiye’de kaos oluşturarak huzuru bozmaya çalışanlar olabilir. Ancak ordunun silahlı olarak modernleşmesinden daha önemli olan, zihinsel olarak modernleşmesidir. ‘Ordumuzun zihinsel olarak modernleşmesi’ demek, gelişmiş ülkelerdeki gibi, milli iradenin emrinde bir ordu anlamına gelir. Milli iradenin emrinde olmayan bir ordu, Türkiye’de toplumu bir arada tutmanın mümkün olmadığını gösterir.
Savaşlar, kısa vadede büyük kayıplara yol açar ancak iyi dersler çıkarıldığında, orta ve uzun vadede fırsatlar yaratabilir.
Savaş bölgesindeki insanlar, savaş sonrası posttravmatik stres bozukluğu, anksiyete, depresyon gibi ruhsal rahatsızlıkların yanı sıra, uzun süreli strese bağlı iç hastalıkları ve somatik hastalıklar gibi birçok sağlık sorunuyla karşı karşıya kalacak. Özellikle kadın ve çocuklar arasında çok sayıda sakat ve yaralı bulunacak; bunlar hep savaşın kurbanları olacak. Ancak psikolojik olarak güçlü bireyler, bu zorlukların üstesinden daha kolay gelebilecek. Zira savaş, aslında beyinde biter; bir kişi eğer ümitsizliğe ve karamsarlığa kapılmazsa, vücudu da aynı direnci gösterir. Böylece, kişi zorluklar içinde bile küllerinden yeniden doğabilecek gücü bulabilir. Dolayısıyla, savaşın kısa vadede yarattığı kayıplara rağmen, iyi dersler çıkarıldığında, bu durum orta ve uzun vadede yeni fırsatların doğmasına imkan tanır . Bu bakış açısı, savaşın tehdidinin dünya savaşına dönüşme veya bölgesel bir çatışmanın küresel bir savaşa evrilme olasılığı karşısında da umut verici bir perspektif sunar.
Bu savaşın tehdidi dünya savaşına dönüşmesidir ve daha çok kimsenin ölmesidir. Fırsat boyutu ise insanlığın daha iyi ve doğruyu araştırmaya itmesi, bencillikten, çıkarcılıktan, kötü politik dava insanlarından uzaklaşmayı sağlaması, politik dürüstlüğü yüceltmesi… İnsanlık 50, 100 sene önceki insanlık değil artık. İnsanlık daha insani değerlerin daha çok farkında. Hakikati arama eğilimi daha fazla. Çünkü herkes her şeyin farkında. İnsanlığın içinde güzel çekirdek var. Hepimizin içerisinde bir kötücül damar var bir de iyicil damar var… İnsanın içerisindeki iyicil damarı geliştirme fırsatı var bu gibi savaş süreçlerinde. Bu durumda savaşların kötü sonuçlarını görüp tekrar böyle savaşın olmayacağı adil bir dünya oluşturmayla ilgili hayallerin gerçek olma potansiyeli fırsatı da ortaya çıkarıyor … Bu anlamda medyaya da önemli görevler düşüyor.
Bu savaş, Birleşmiş Milletlerin (BM) yeniden inşa edilmesi ve reforme edilmesi gerektiğini net bir şekilde ortaya koyan en büyük psikopolitik sonucu olabilir.
Nükleer savaş ihtimaline karşı, küresel barışın sağlanması gerekliliği daha da önem kazanmaktadır. BM’nin sadece beş ülkenin tekelinden çıkarak gerçek bir dünya parlamentosu haline gelmesi gerekiyor. Eğer bu savaş, BM’nin yeniden yapılandırılmasına yol açarsa, bu durum dünya için olumlu bir gelişme olabilir. Artık BM, güçlü ülkelerin yanında durarak sorunları çözümsüz bırakan bir yapıdan çıkıp, sorunları gerçekten çözebilen bir kurum haline gelmelidir. Bu savaşın gösterdiği en önemli sosyopolitik ve psikopolitik sonuç, BM’nin yeniden inşası ve reforme edilmesinin zorunluluğudur. Bu, sadece politik bir ihtiyaç değil, aynı zamanda insanların gerçekten ihtiyaç duyduğu bir değişimdir.
Röportaj: Hande İpekgil
Instagram
Threads
X
Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio’nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio